30 Kasım 2009 Pazartesi

bana mutluluğun resmini yapabilir misin abidin?

kızım, oğlum, kardeşim....
aklımı çelen günbatımı...
elbetteki eksik kadro, ama mutluğumun bir parçasının resmedilmiş hali budur şüphesiz.

20 Kasım 2009 Cuma

aferin bana


Her şeye boşver, dolu dolu yaşa. Madem ki bir aşkın var, ne güzel, tadını çıkar...
Sanki ayıp bir şeymiş de utanıyormuşsun gibi yazmışsın bana...
Her şeye boşver ve aşkı yaşa...
İlle de büyük aşk olması gerekmez; yaşanan her aşk büyüktür, yeter ki tadını çıkarmasını bil... Çok büyük umutlar bağlama, yarını hiç düşünmeden, günü gününe sev, sevginin tadını çıkar... Sevgide geleceği düşünürsen aşkı, bombok edersin.
Sakın haaa...Sonsuz, monsuz diye karşındakinin başını yeme...

Her şeye boşver;
öylesine sev ki, sevdiğini bile umursama,
salt kendin için sev, bencilce yaşa aşkı, bütün maddesiyle...
Yaşamdan elinde kala kala salt yaşadığın sevgiler kalır sonunda, ne şu, ne de bu...
Bütün onlar, aşkı yaşamak için gerekli olan - ne yazık ki gerekli olan- gereklerdir.
Aslolan aşktır yaşamda...
Dolu dolu, dolu dizgin, zilzurna, saniye saniye aşkı yaşayarak sev...
İki yıl, üç yıl sürecek diye umutlanıp enayilik etme...
İster sürer, ister sürmez... Sen o anı yaşa yeter ki...
Yitirdiğin zaman; yaşadıklarını kazanmış olacaksın...
Sonunda elbet yitireceksin, ama yitireceğini hiç düşünme;
çünkü aynı zamanda kazanmışsındır da... Anılar kazanıyorsun daha ne...

İç o zaman, sarhoş ol...
Yüce şeyler düşünme severken, sevgiyi berbat edersin;
çünkü sevginin kendisinden daha yüce bir şey olamaz..
Aferin sana seviyorsan, seviliyorsan...
Sakın kuşkulara kapılma. Karşındakini didikleme, yiyip bitirme...
Türk gelenekleri, görenekleri öyle...
Sakın bu aptallığı yapma...
Severken yirmi yıl sonrasını değil, yirmi dakika sonrasını bile düşünme, sevginin içine edersin... An an yaşa, derin derin hem de...

Afferin sana...
Çok sevindim. İşe güce boşver.
Artık sana ne Surname'yi, ne de başka şeyi soruyorum.
Keyfince yaşa, sev...
Sevildikçe sev, sevilmeyince de tastamam boşver ve o zaman o güzelim yalnızlığına sarıl...
O yalnızlık ki, bütün sevgilerden daha güzeldir ve sonunda onun koynuna girmek için kendi kollarımızla kendimizi sararız...
O zaman da hiç üzülmeyeceksin.
Çünkü nasıl olsa, sığınacak bir yalnızlığımız var;
günün birinde anamız bile bizi bırakır gider ama o yalnızlığımız, biz yaşadıkça bizi hiç bırakmaz... Severken bunları düşünme, lütfen yarınsız sev!

Hadi, sevgiyle öperim. Yaşa sen !...

Aziz NESİN

15 Kasım 2009 Pazar

aynada melankoli


Jean Starobinski'nin "Aynada Melankoli" kitabı Batı kültüründe melankoli konusunu şair Charles Baudelaire metinleriyle işliyor.
Kitapta beni etkileyen kısımların neredeyse tamamı da Baudelaire'nin dizeleri.
Melankoli üç temel konuyu eşzamanlı olarak gözlemlememizi sağlar. Bunlardan ilki Batı'nın din ile ilişkisinde vicdan ve bilinç kavramlarının oluşumunu belirleyen melankolinin kendisi; ikincisi bu önemli konunun Batı modernitisindeki inanç küresine ilişkin temel yapıları haber veren Baudelaire'in, her biri gerçek birer labirent olan şiirlerle örülmüş poetikası; üçüncüsü ve belki de en önemlisi, bu iki konunun incelenmesinde işe yarayacak yöntemin işleyiş biçimi.
Altını çizdiklerim ise şöyle;
"Melankoli, her şey uykudayken, öğle vakti,
Dayamış elini çenesine, bir koridorun ucunda
Ağır aksak adımlarıyla erkenden sürükler sıkıntıları,
Ve alnı gecenin uyuşukluğuyla hala nemli"
"Aynadan yansıyan iğretiliğin, derinlik yokluğunun ve ele gelmez Boşluk'un yarattığı melankoliden daha "derin" bir başka melankoli yoktur"
Starobinski metinde Leonce ile Lena'daki Büchner prensesinin ağzından şunu söyler;
"yoksa ben, üzerime eğilen her görüntüyü derin sessizliği içinde yansıtmaya mı mahkumum; savunmasız, zavallı bir su kaynağı gibi miyim?"
Biraz uzunsa da en sevdiğim kısmı yazmadan geçemedim;
"Aşkımın hikayesi ayna gibi parlak ve temiz bir yüzey üzerinde yapılmış bir yolculuğua benziyor; başdöndürücü tekdüzelikteki bir ayna, bütün duygularımı ve hareketlerimi kendi bilincimin sağladığı ironik kusursuzlukla yansıtan bir ayna, öyle ki, ne zaman kendimi akıldışı bir harekete ya da duyguya kaptırsam, peşimi bırakmayan hayaletimin sessizce yakındığını ayrımsarım. Aşkı bir koruyucu gibi görüyodum (...) Bana özgü delilikten sağlayabileceğim bütün yararlardan mahrum bırakıyordu beni...
Kimbilir kaç kez üstüne atlayıp boğazına sarıldım ve "Kusurlu ol, sefil! seni rahatça ve öfkesizce sevebileyim!" diye bağırdım. Yıllarca hayranlık duydum ona, içim kinle doluydu. Sonunda ölen ben olmadım (...) Siyaset'in dediği gibi, ya zafer ya ölüm, yazgının önüme sunduğu seçenekler bunlardı! Bir akşam bir ormanda... bir su birikintisinin kıyısında..., onun gözlerinde hoş gökyüzünün yansıdığı, benim kalbimin ise bir cehennem ateşindeymişcesine kıvrandığı melankolik bir gezintiden sonra ..."

10 Kasım 2009 Salı

eldivenler hikayeler

Son derece keyifle okuduğum bir kitap oldu; okurken altını çizdiğim kısımlardan bazıları şöyle;


"insanın duyguları söz konusu olduğunda sözcüklerin ne denli cılız ve çelimsiz kaldığını, gerçek denilen şeyin doğasının ne kadar ele avuca sığmaz ve kaypak olduğunu; iç dünyamızın karmaşası karşısında tanımların, terimlerin yetmediğini anladım. Bunların çok daha fazlasıydı insan; kendine bile yabancı olan yanlarıyla karşılaştıkça bunu daha iyi anlıyordu."


"kişisel kazıların çoğu, bizi kendimize rağmen olan yanlarımızla yüzleştirir ve bu, çoğu kez hiç hoşumuza gitmez."

Murathan Mungan'ın "adalet" konusunda azılı bir suçlu olan kahramanın ağzından söyledikleri tüylerimi ürpertti;
"Adalet; açıklarından kimin nasıl yararlanacağı üzerine kurulu bir gösteriydi. Atlatılması gereken tuzaklarla dolu bir gösteri. Yasaların boşluklarını, adalet sisteminin su alan yerlerini tanıyanların; mevzuat açıklarını ustaca kullanmayı bilenlerin oyunuydu. Adalet, pahalı bir prodüksiyondu; yoksullar, çaresizler, kimsesizlerse bu pahalı prodüksiyonun ucuza kapatılmış figüranlarıydılar yalnızca. Mahkeme dediğiniz tiyatroda rol dağılımı çoktan yapılmıştı. Taraflardan biri kaybetse de, bu oyundan her seferinde kazançlı çıkan pahalı takım elbiseler, şık döpiyesler içinde temsil edilen , levhası bile bizim gibilerin apartman dairesi fiyatı eden avukatlık bürolarıydı ve onlar bütün ciddi görünüşlerine karşın, bana yüksek komisyonla çalışan üçkağıtçı artist simsarlarını hatırlatıyorlardı. Bu kadar sabıkalı ve sicilli bir suçlu olmasam rahatlıkla avukat olurdum"

buna da bayıldım:)

"hepimiz kendimizi karşı taraftan daha zeki ve uyanık sanırız. Başkalarının numaralarını gören gözlerimiz, kendi numaralarımızın kolay görünmeyeceğine inanır. Ne de olsa insanoğlu zaafları olduğunu bilir, ama onları tanımak istemez"

ve inanarak kurmayı istediğim cümle ise budur; henüz bu mertebeye eremedim :)

"ben yıllar içinde daha çok onun sessizliklerini okumayı, anlamlandırmayı öğrendim. Hem bazı suskunlukların kelimelere emanet edilmeyeceğini bilenlerdenim"

okuyunuz, öneririm, hatta mümkünse önce "kadından kentler"i sonra bu kitabı okuyunuz.

3 Kasım 2009 Salı

bir de baktım yoksun

"Buzdan bir kütle, mumyadan bir heykel gibi izledim kaderimi. Babam yanımda olsa bir tokat atar kendime getirirdi beni." Çocukluk düşlerinden yapılmış bir evin gölgeleri içinde babanın hayaletiyle karşılaşmak... Portobelloda, George Orwellın evinin önündeki kaldırımda oturup Tanpınar okurken zamansız sevgiliyle karşılaşmak... Kuledibinde, her şeyini bir Hopper çizimini elde edebilmek için harcamış bir adamla karşılaşmak... Ölüme çeyrek kala, bir balık lokantasında küçük kızının genç kadın haliyle karşılaşmak... Cinayetle kaza arasındaki bulanıklığa sığınırken, bir evcil hayvan dükkânında vicdan azabıyla karşılaşmak... Kara mizahla yoğunlaştırılmış usta anlatımıyla Yekta Kopan, okurunu, kentler, kitaplar, resimler, şarkılar, fotoğraflar ve insanlar arasında gezdiriyor. Çok iyi bildiğimiz ama unutmaya çalıştıklarımızı hatırlatıyor.

Bir solukta okunan, sade yapısı içinde bir parça düşsel ögeler içeren, çoğu söyleyeceği şeyi satır aralarına saklayan bir kitap…

Benim için en etkileyici bölümlerinden biri;

“Neyse, çok düşündüm ve hayatımı senin üstünden ikiye ayırmam gerektiğini anladım.
1.Sana benzemekten ölesiye korktuğum dönem.
2.Senin kopyan olduğumu anlayıp, bununla başa çıkmaya çalıştığım dönem.”

Öykülerin kendi içinde bir benzerliği de var.
Hepsi, kaybedişin ardından yaşanan boşluk duygusunu ve bu boşluğu doldurma biçimlerini anlatıyor.
okuduğuma sevindim, öneririm...

2 Kasım 2009 Pazartesi

mutlu yıllar bebeğim

Güzel kızım, Çakıl'ım

adet olduğu üzere bu yazıya sana bir doğumgünü mektubu yazmak için başladım
geçen yıl ve önceki yıl olduğu gibi.

dün sabah, odamdan içeri girip yüzümü öptün, bir kuş sürüsü havalandı içimde.
özel bir çocuksun, özel bir insan..
öyleki gülümsemeyen birini gördüğünde hemen gidip gülmesini sağlamaya çalışıyorsun
geçen hafta Ankara'dan dönüşte havaalanında uçağımızın rötarı nedeniyle beklerken bir çift vardı karşımızda. kız belliki sevgilisinden ayrıldığı için ağlıyordu.
yanına gitttin
"-lütfen gül" dedin, kız şaşkınlıkla sana baktı
anlamadığını düşünüp
"-please laugh" dedin
güldü biliyor musun çakıl'ım
senin etrafındaki herkese mutluluk ve neşe verecek bir gücün var
hiç eksilmesin dilerim.

güzel bir resim çizdik beraber.. yıldızlı şarkılar eşliğinde..
senin bana benzeyip benzememen hikaye, ben artık aynaya bakınca "sen"den bir şeyler görüyorum kendimde..

geçen sene dediğim gibi;
“Yanağı pembem, dudağı kirazım, gözü okyanusum iyi ki doğdun...”

anlatılır gibi değil

şimdi ben bu fotoğrafın altına post için yazı yazacağım, açıklayacağım siz de okuyacaksınız
çok anlamsız değil mi :)